Kabullenmemek

#1
“Bugün bir kontrole daha gitmemiz gerekiyor. İçimdeki umut, hala bitmedi. Bir şeylerin iyi gideceğine olan inancım çok büyük. Yaptığım resimlerde, yaptığım yemeklerde, kendi kendime hazırladığım kokteylerde hep aynı şeyi resmetmeye çalışıyorum. Doktorların sözlerine rağmen inatla içimde büyüttüğüm umudun büyüdüğünü, hala bir şeylerin güzel gidebileceğini göstermeye çalışıyorum.”

İçinden geçirdiği sözlerle, tuvaline vurduğu canlı renklere bir kez daha baktı genç adam. Simsiyah boyanmış bir arkaplandan büyüyen, açık yeşil renklerle kaplanıyordu yavaştan eseri. Yeşil renklerin etrafını sanki güneş doğuyormuşcasına sarı renklerle tamamlıyor, aralara koyu mor renkleri serpiştirmeye çalışıyordu.

“Bir sanat, yaptığım resimlerde, yemeklerde ve içkilerde bir sanat görüyorum. Bu sanatımın kaynağı umudumdan geliyor. Umudum olmasaydı, aktaracak neyim olabilirdi? Her şeyin güzel olacağını düşünmeseydim, kim bilir nasıl bir karanlığın içinde olurdum. Ben, iyi olacağını biliyorum. Her şey eskisi gibi olacak, tekrardan hatırlamaya başlayacak. Biz, eskisi gibi olacağız. Mutlu ama küçük bir aile.”

Dudakları yukarı doğru kıvrılırken, bu genç adamın kaçırdığı tek bir nokta vardı. Gerçekler, hiçbir zaman değişmez. Mutlak bir gerçeği değiştirmenin hiçbir yolu yoktur. Annesinin tek gerçeği ise, eskisi gibi olamayacağıydı. Kendi gözlerini hisleriyle kör etmiş bu adamın, her gerçeğe yaklaşıp bir tek bu gerçekten kaçınması kendisine oynadığı acımasız bir oyundu. Birgün, ölüm annesini kucakladığında bu hayal dünyasından nasıl çıkacağı, hisleriyle kör edilmiş gözlerinin nasıl açılacağı meçhuldü. Bunların farkında olmadan, elindeki fırçayı bir kenara bıraktı, canlı renklerle boyadığı tuvalini yatağının yanına kaldırdı. Sıcak bir duş almak için banyoya doğru ilerledi. Kafasında dönüp duran tek düşüncesi, her şeyin iyi gideceği idi. Sıcak bir duşun ardından, annesiyle her sabah yaptığı gibi tekrardan tanışıp güzel bir kahvaltı ettiler. Mutlu, huzurlu anlardı onlar. Çıkma zamanı geldiğinde, annesini hazırladı, ancak eli kapı koluna gittiğinde birkaç saniyeliğine tereddüt etti. Eski anılarını, gözlerini önünden geçiriyor gibiydi. Doktorların şuana kadar söylediği sözler, iyiye gitmeyeceğini belirttiği anlar ve bu durumu ilk kez öğrendiği o acı an. Hepsini zihninin içinden geçirirken, hızlıca kafasını sallayarak tekrardan gülümsedi. Kapı kolunu açtı hızla, annesinin koluna girip hastanenin yolunu tutmak için adımlamaya başladılar.

Hastaneye attığı ilk adım, içinde duran o küçük korkuyu tetiklese bile, gülüşünü sürdürmeye devam etti. Attığı her adımla birlikte, içindeki korku tetiklenmeye devam ediyordu. Doktorun kapısının önünde, elini çalmak için havaya kaldırdığında, bakışları bir anlığına yere doğru kaydı. Zihninin içinde korkusu ve umudu büyük bir savaş veriyor gibiydi. Durdurmaya çalışıyordu, ancak başaramıyordu. Umudunun kazanması için büyük bir çaba sarf ederken, kapıyı çaldı iki kere vurarak. Ardından normalden daha yavaş bir şekilde açtı kapıyı, içeri girdikten sonra doktora muayenesi olduğunu belirterek annesini bıraktı. Dışarı çıkıp kahve içmeye devam ederken, annesinin muayenesi devam ediyordu. Saatler sonrasında, annesini aldı. Doktorun söylediğinde göre, iki hafta sonra tekrardan uğraması gerekiyordu.

2 Hafta Sonrası – Günümüzden Üç Gün Önce


Doktorun kapısını çalıp, içeri tek başına girdi. “Doktor Hanım?” diye sordu gözlerinde yeşeren umutla. Kadının suratında iyi bir ifade görememesi onu endişelendiriyordu, ancak yine de umudunu kesmemeye çalışıyordu. Doktorun ağzından çıkacak kelimeleri beklerken, zaman uzuyor gibiydi. Sanki, zamanda farklı bir akış yaşıyordu. Orta yaşlarda olan doktor, gözlüklerini düzeltip derin bir nefes aldıktan sonra söze girdi. Genç adamın içinde yeşeren umudu tamamen bitirmeye yetecek, derin kesikler açan o sözler…

“Annenin tümörü ilerlemiş. İyileşme belirtisi yok, aynı zamanda daha kötü bir haberim var. Maalesef bu durumdan sonrası için kendini hazırlaman gerekiyor. En kötüsüne, artık yapılabilecek bir şey yok. Çok fazla ömrü kalmadı. Üzgünüm.”

Bir boşluk, hiçlik hissi yaratırmışcasına kalbinin derinliklerine yayılmaya başladı. Büyüyor, umutsuzluk kalbin kan pompalaması gibi vücuduna pompalanıyordu. Boşluğun derinlerinde hissettiği o karanlık tüm vücuduna yayılıyordu saniyeler içerisinde. Hızla, acımasızca, merhamet göstermeden sarıyordu vücudunu. Ayağa kalktı oturduğu koltuğun kenarından destek alarak. Dengesini kaybederek, doktorun elinde duran raporları aldı, bir cevap vermeden kapıya doğru yöneldi. Attığı her adım, bataklığa saplanıyordu. Gözleri etrafı görmüyor, sadece önüne gelen anıları görüyordu. Ayakları, kendisini zeminin dibine çekmek için zorluyor, bacakları artık onu taşımak istemiyordu. Dengesini dakikalar geçtikçe, yürüdükçe kaybetmeye devam ediyordu. Duvara elini atmış, destek alarak yürümeye çalışıyordu. Nefes alamıyor, nefes almaya çalıştıkça tıkanıyordu. Kendini zar zor hastanenin dışarısına atmayı başardı. Ne yapacağını bilmiyordu, etrafına bakmaya çalıştıkça gözleri kararıyordu. Gitmesi gerektiği yerin, eskiden terk ettiği bir kalp olduğunu hatırladı. Belki birkaç yılın hatrına, sıcak bir sarılma, düşüncelerinden arınacak bir şeyler elde edebilirdi. Ayaklarını zorlayarak ilerlemeye devam etti Gugo’nun evine doğru.

Her adımıyla birlikte, anıları gözlerinin önünden geçmeye başlıyordu. Bir film şeridi gibi, teker teker sahneleri izliyordu. Redø Nehri’nde geçirdiği vakitler, beraber yemek yaptığı vakitler. Annesinin hasta olmadığı, iyi olduğu, her şeyi hatırladığı o anılar. Ölümün yüzüne çarptığı o soğuk gerçekliğin karşısında, anılarında yaşattığı o huzurlu anları yaşamaya çalışmak ona daha fazla acı çektiriyordu. Ancak buna rağmen, hala kendini kandırmaya çalışıyordu yol boyunca. Çektiği acının gerçek olmadığına, duyduklarının gerçek olamayacağına, ölümün bu kadar yakın olmayacağına inanmak için her şeyi deniyordu. Zihni gittikçe daha bulanık bir hal almaya başlıyordu, o anları bile yarım yamalak, birbirine karıştırarak hatırlamaya başlıyordu. Gugo’nun evine yaklaştıkça bacakları kendisini her an bırakmaya hazırdı, gözleri tamamen kararmak için bekliyordu. Elini güçlükle kaldırdı, yumruğunu sıktı, gözünden akan yaşla birlikte kapıya elinden geldiğince sertçe vurarak çalmaya çalıştı. Bir hıçkırık sesinden sonra, saniyeler geçmeden tekrardan vurdu kapıya. Sabrı yoktu, zaten zamanı algılayamıyordu. Alnını kapıya dayadıktan sonra, gözyaşları daha çok akmaya başladı. Kapıya tekrardan vurdu, kapının ani bir şekilde açılmasıyla birlikte neredeyse içeri doğru düşüyordu.

Gugo, karşısında gördüğü manzara karşısında şoke olmuşken, Hae kapının açılmasıyla birlikte kaybettiği dengesini toparlamaya çalışıyordu. Gözlerini güçlüklükle kenetledi Gugo’nun gözlerinin içine. Gugo’nun içini kötü bir şeyin olduğuna dair korku kaplarken, genç adamın ağlayışı artmaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken, söyleyebildiği tek kelime “Annem..” oldu. Kelime ağzından çıktıktan sonra, bacakları kendini bıraktı. Dizlerinin üstüne çöktü, yürümek için güç aldığı kolları kendini aşağı doğru bıraktı yavaşça. Gözyaşları bir sel gibi akmaya başlarken, artık bedeni kendisini bıraktı. Gugo’nun onu tutmasıyla birlikte, tüm gücünü bıraktı bıraktı bedeni. Gugo Hae’yi kollarıyla sardıktan sonra, saçlarını okşamaya başlarken, onun tek yaptığı başını eski sevgilisinin göğsüne yaslamaktı. Sağ elini kalbinde hissettiği o boşluğa götürdüğünde, boşluğun neredeyse vücudunu sarmak üzere olduğunu anlaması zor olmadı. Ağlaması, hıçkırıkları artmaya başladı. Koparır gibi sıkmaya başladı tişörtünü, acı bir feryatla birlikte başını daha çok yasladı. Dakikalar sonrasında, sağ eli bir anda yere düştü. Ağlaması yavaş yavaş azaldı, bütün bedeni kendisini bıraktı. Dayanamayıp, Gugo’nun kolları arasında gözlerini kapattı…



“Anne bak, geyik!”

“Oğlum bak, geyik!”

“Anne, hadi dışarı çıkalım, gezelim!”

“Sana yemek yapacağım, kesinlikle beğeneceksin!”

“Ben oğlunum, Hae Tumi. Bak fotoğrafımız burada.”

“Aynı babana benziyorsun, oğlum.”

“Seni seviyorum, anne.”

“Seni seviyorum, oğlum.”



Tekrardan yaşadığı anılarının arasından nefes nefese uyandığında, kırmızı büyük bir koltukta uzanıyordu. Terlemişti, içi korku doluydu. Etrafına bakınmaya başladı, tanımadığı ortalama bir ev. Ardından endişeyle kendisine doğru hızla ilerleyen tanıdık bir yüz. Kendisinin başında dizleri üstüne çöküp, saçlarını okşarken, “İyi misin?” diye soran, endişeli ve tanıdık bir yüz. Elini yavaşça o tanıdığı yüzün yanağına doğru götürdü. “Gugo?” diye sordu çatallaşmış ses tonuyla, yavaş yavaş tekrardan idrak ediyordu olanları. Aldığı kahreden haber, buraya gelene kadar çektiği acı. Hepsini teker teker hatırlıyordu. Yerinden doğrulmaya çalıştı Gugo’nun yardımıyla. Gugo, yanına usulca oturduktan sonra, başını Hae’nin omzuna koydu. Hae’nin o an tek ihtiyacı olan, sıcak bir sarılmaydı. Kendini kandırmak için yeni bir yol arıyordu. Gugo’yu sıkıca sardıktan sonra tekrardan gözyaşları özgürlüğüne kavuşmaya başladı.

“Annemin kısa bir ömrü kalmış. Doktor söyledi. Hastalığı ilerlemiş, kendimi hep inandırmıştım her şeyin iyi olacağına. Olmayacak, olmayacak! Ne yapacağım bilmiyorum, kabullenmek çok zor geliyor, kabullenemiyorum.”

Yanağından akan yaşları yukarı doğru yavaşça silen Gugo’nun parmaklarıydı. Sakince yanağını öptü Hae’nin. “Üzgünüm Hae. Bunu kabullenmek zorundasın, bu gerçek olan.” Gugo’nun ağzından çıkan kelimeler, mantıklı değildi. Hae yavaşça Gugo’nun çenesinden tutup başını kaldırdı. Boğazı düğümlenmiş bir şekilde “Ne demek istiyorsun?” diye sordu biraz da sinirlenerek. Bir şeylerin ters gittiği düşüncesi beyninde şimşek gibi çarpıyordu. Gugo’da farklı olan bir şeyler vardı ve bunu anlayamıyordu. Kurduğu cümle, ona ait bir cümle değildi. Onun kuracağı türden bir cümle değildi, Gugo’yu iyi tanıyordu. Gugo elini yanağına koyduktan sonra, “Dediğim gibi kabullenmek zorundasın. Zorundayız. Çok zor olduğunu biliyorum, seni anlayabiliyorum. Sadece kabullenirsen bu sürecin daha kolay süreceğini düşünüyorum.” Hae, sinirli gözlerini Gugo’nun gözlerinden çekip etrafa bakınmaya başladı. Tanımadığı ev bir çok eşyayla doluydu, koltuğu kırmızıydı. Bazı ahşap eşyalarda vardı. Bir şeylerin ters gittiğine dair düşüncelerinde haklı olduğunu arttıran birkaç şeyden biriydi bunlar. “Sen bu kadar çok eşya sevmezsin, sen kırmızı rengini de sevmezsin. Burası senin evin değil, başkasının olmalı.” Dedi sinirini yansıtarak. Ayağa hızla kalktığında, gözleri tekrardan kararıyor gibiydi. “Burası farklı, sen farklısın. Her şey farklı! Her şey değişmiş! Amına koyduğumun yerinde hiçbir şey doğru değil!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Gözleri tekrardan kararmaya başladı yavaşça, Gugo hızla koluna girmeye çalışırken, etraf daha da kararıyordu. Adını haykıran Gugo’nun sesi kesildiğinde, etraf tamamen kararmış ve hiçbir şey göremez olmuştu…

Ağır ağır açtı gözlerini tekrardan. Bir hastahane odası, baygınlığın verdiği baş ağrısı. Kolunda hissettiği sıcak bir el. Boğazında kuruluk. Sıcak el, baş parmağıyla yavaşça okşarken kolunu, gözlerini önce ele, sonrasında elin sahibine doğru götürdü. “Gugo?” diye sorduğu ağır bir şekilde, sonrasında “Neden az önce beni kendi evin olmayan bir eve götürdün? Orada ne işin vardı?” diye sordu. Gugo şaşkınlıkla ona bakarken, “Ne evinden bahsediyorsun?” sorusuyla karşılaştı. Sol elini alnına götürüp kendine masaj yaparken, “Senin evine gelmiştim, senin nefret ettiğin her şeyle dolu bir evdi. Sen gibi konuşmuyordun, bir şeyler tersti. Şimdiyse buradayım.” Dedi. Gugo duruma dahada şaşırmıştı, beklemesini söyledikten beş dakika sonra elinde bir ağrı kesici ve suyla tekrardan geri geldi. “Şunları iç, başın ağrıyor görüyorum.” Dedikten sonra derin bir nefes aldı. “Hastahaneden çıkmıştın, bende evden çıkmış ilerliyordum. Yolun yarısında seni gördüm. Oldukça kötü bir haldeydin, darmadağın olduğun belli oluyordu. İnsanlar endişeli bir şekilde sana bakıyordu, bende oldukça endişelendim. Beni endişelendirdin yani.” Dedi onu önemsediğini belli eden, ama sinirli bir ses tonuyla. “Sonrasında tam yanına ilerliyordum, beni gördüğünü düşünürken bir anda yolun ortasında kendini yere bıraktın. Bir anda bıraktın, bende hızlıca yanına doğru koşturdum. Seni buraya getirdim, iki saattir yatıyorsun. Yani evimin yakınına bile gelmemiştin daha, şimdi sen söyleyince bana gelmek istediğini anladım. Beni endişelendirdin Hae! Seni gördüğüm andan, bayıldığın ve burada yattığın tüm vakit boyunca endişelendim! Hala endişeleni-!” cümlesi tamamlanmadan, Hae’nin elleri Gugo’nun yanaklarıyla buluşmuş, dudakları dudaklarına kilitlenmişti. Bu öpüşmenin sonrasında, alnını Gugo’nun alnına yasladı.

“Anlatmam gereken çok şey var. Annem hakkında, neler olacağı hakkında. Sana ihtiyacım var. Bugün için teşekkür ederim, bana gelirsen her şeyi daha iyi konuşabiliriz. Lütfen…”

Gugo’nun kafasıyla onaylamasından sonra, bir şeylerin daha iyi gideceğine inanıyordu. Ancak gitmeyecekti, hala ölüm denilen gerçeği kabullenmemek için kendini kandırmaya çalışıyordu. Gugo’ya eskiden beri olan sevgisi, bu gerçekliğin önüne geçebileceğini düşünüyordu. Bir hayal kurmak istiyordu, mutlu, huzurlu olabileceği ve bu durumu atlatabileceği bir hayal. O hayalin içinde yaşamak, kendini kandırmak, acılarından uzaklaşmak istiyordu. Bunun için destek alabileceği, hayal kurabileceği tek kişi Gugo idi. Umudunu tekrardan yeşertmesi için, ona ihtiyaç duyuyordu. Annesinin ölüme kavuşmadan önce yaşayacağı son anlarda, bu gerçeği görmezden gelmeye çalışarak kaçıyordu. İçinden, Gugo’yla birlikte söyledikleri küçük bir şarkıyı mırıldanıyordu düşüncelerinden kaçmak için…

Kayboluyorum saçlarında
Hissediyorum gözlerinin ışıltısında
Aşkı yaşamak istiyorum yanında
Tek istediğim ilerlemek sonsuzluğa…
Image

"Sende babanı görüyorum, Hae."
► Show Spoiler

Re: Kabullenmemek

#2
Hastahaneden çıkmaları yarım saati bulmuş, eve biraz oyalandıktan sonra varmışlardı. Temiz havayı ciğerlerine iyice çekmesi bir yana, sevdiği bir insandan destek alarak eve gitmesiyle biraz daha düşüncelerinden ve acı gerçekten kurtulur gibi olmuştu. Eve girdiklerinde, kapıda kendisini bekleyen Adudi meraklı gözlerle Hae’ye bakarken, yanındaki kıza gözü takıldığında hafifçe gülümsemişti. “Siz geç kalınca biraz endişelenmiştim ama…” dedikten sonra tekrar Gugo’ya bakarak hafifçe kıkırdamış, “Endişelenecek bir şey yokmuş sanırım.” Diyerek tamamlamıştı cümlesini. Hae ve Gugo göz göze geldiklerinde, Gugo’nun yüzünün kızardığına şahit olmuştu. “Yok sandığın gibi değil Adudi, biraz işim vardı biliyorsun.” Diyerek olayı kurtarmaya çalışsa dahi, Adudi kapıya doğru Hae’yi kenara iterek ilerlemiş, “Tabi canım tabi. Annen uyudu, sessiz olun.” Diyerek tekrar kıkırdayarak çıkmıştı evden.

Gugo’nun kızarmış yüzüne hafifçe gülen Hae, ona mutfağa doğru eşlik etmişti. “Biraz daha düzelmek için kahve yapacağım, içersin değil mi?” diye sorduktan sonra, Gugo’nun kafa sallaması ile birlikte aldığı olumlu cevapla kahve hazırlamaya koyulmuştu. Çok acı olmayan, ama sertliğini belli eden iyi bir kahve hazırladıktan sonra, Hae’nin odasına geçmişlerdi. Gugo, odanın girişinde kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, gözleri bir anda heyecanla büyüdü. Etrafa koyulmuş tablolara doğru ilerlerken, kahvesini yatağın sağındaki komodine bıraktı. Heyecanla tablonun birisini eline aldı, “Bu, bu çok güzel!” diye söylendi kendi kendine. Hae arkasından yaklaştı tabloya bakmak için, renkli çiçeklerin arasında bir adamın ellerinden tuttuğu bir kadın. Hae işaret ve orta parmağını tablonun üzerinden geçirirken, “Bu çiçekler, burası. Benim dünyam. Burası, yukarısı ise boşluk, bir hiçlik. Onu tutmaya çalışıyorum, sıkıca tutmaya çalışıyorum ancak o, hiçliğe doğru gidiyor. Onu benim gerçekliğimde tutamıyorum.” Diye tamamladı cümlelerini. Herhangi bir acı veya burukluk yoktu ses tonunda, hayatını bir resme döktüğü, onu ebedileştirdiği için mutluydu sanki. En azından geriye bir sürü anı bırakıyordu, düşüncelerini ve duygularını anlatan.
► Show Spoiler
"Anladım." dedi heyecanla bir sesle. Ardından resmi yerine koydu ve yenisini aldı. Yüzü olmayan, farklı renklerin sürekli karıştırıldığı bir kadın resmini eline aldı. Heyecanla Hae'ye doğru döndü. "Bu ne anlatıyor peki?" diye sordu. Hae resmi bakıp gülümsedi hafifçe, sonrasında yutkunup söze girdi. "Bir kişinin zamanla kendi kimliğini nasıl kaybettiğini resmetmek istedim aslında. Bir beden var, ancak yüzü yok, aynı kimliğini unutması gibi. Renkler birbirine karışmış, aynı zihni gibi. Bu resmi biraz da olsa yaşanılan acıyı resmetmek için yaptım. Daha karanlık bir çizim olabilirdi ama, renkli olması daha anlamlı geliyor bana. Sonuçta biraz daha pozitif duruyor. Ama derinine indiğinde, çokta pozitif bir yanı kalmıyor." dedi gülümseyerek.
► Show Spoiler
Gugo resimleri bıraktıktan sonra, kahvesini alıp yatağın bir ucuna oturdu. Hae kapısını kapatırken, "Benimle önemli bir şey konuşacaktın?" diye soru yöneltti genç adama. Hae, kahvesinden bir yudum alıp Gugo'nun yanına oturdu. "Konu annemle ilgili. O kadar kötü bir halde olmamın sebebi de o idi." dedikten sonra kahvesinden tekrar yudum aldı. Bu durumu anlatması onun için daha zorlayıcı bir hal alıyordu her seferinde. "Bugün hastahaneye gittiğimde, annemin öleceği haberini aldım. Hemde yakın bir zaman diliminde. Tam olarak tahmin edemiyorlar ama, en kötüsüne hazırlamamı istedi kendimi." Sırtını hafifçe okşayan sıcak bir elle cümlelerine küçük bir ara verdi. El, sırtında gezindikçe rahatlıyor ve cümlelerini daha iyi toparlamaya başlıyordu zihninde. “Biliyorsun ki, o benim hayatımdaki en önemli kişiydi. Hayallerimin hepsini onun üzerine kurmuştum, o gittikten sonra ailemden kimse kalmayacak. Kimse.” Derken gözyaşları hafiften akmaya başlamıştı yanaklarına doğru. Kendini tutmak için hala uğraşıyordu. Gözyaşlarını hafifçe silmeye başlıyordu Gugo bu sırada. Yere doğru bakmaya devam ederken, ağlamamak için hala dayanmaya çalışıyordu. “Her zaman yanında olacağımı söylemiştim, beni tekrardan itmeyeceksen yanında olabilirim?” Gugo sorusunu yöneltirken, geçmişte yaşanan olayın siniri ve başına gelecek olayın anlayışıyla karışık bir ses tonuyla sormuştu.

Kendine yöneltilen soruya nasıl bir cevap vereceği konusunda tam olarak emin olamıyordu. Acıyı bir şekilde unutmak istediğine emindi ancak, karşılaşmak zorunda olduğu durumla karşılaştığında ne yapacağını bilmiyordu. “Hayır.” Diye basit bir cevap verdi en başta. Birkaç saniye sessizlik yaşandıktan sonra, “Hayır itmeyeceğim.” Diye cevapladı. Bu kadar basit cevaplar vermek onun için zordu. Boynuna yavaşça dolanan kolları hissetmeye başladı, ellerini yavaşça ve sessizce Gugo’nun beline götürüp sarıldı sıkıca. Uzun zaman sonrasında, kendini fark etmeden hapsettiği yalnızlığın içinden çıktığını hissediyordu. Sarılmanın devamı dudakların birbirlerine kenetlenmesiyle devam ederken, uzun bir gece başlamak üzereydi.

Sabahın erken saatlerinde, güneş daha doğmadan gözlerini açan Hae, bu sefer hiç uyumamıştı. Sol kolunun altında yatan Gugo, kolunu genç adamın vücuduna dolamış, kafasını göğsüne yaslarak uyumaya devam ediyordu. Hae’nin, hala düşündüğü şeyler vardı. Tavana bakarak düşünmeye devam ederken, hayallerini düşünüyordu. Her şeyin düzeldiği, eski yaşantılarına döndükleri o muhteşem dünyanın hayalini kuruyordu. Karamsarlık, içini hafif hafif kaplamaya başlıyordu. Ancak, bu karamsarlık hissinden hızlıca kurtulmayı iyi biliyordu. O hala hareketli, şakacı ve her şeyi dalgaya alan Hae Tumi idi. En azından, hayallerinin tamamen yıkılacağı o belirsiz güne kadar böyle kalmalıydı.

“Hayallerimize ulaşmak için her zaman belli bedeller öderiz. Belki bir okul okumaktır bu bedel, belki çok çabalamak. Her hayalin farklı bir bedeli var. Benim hayalimin tek bedeli ise, ölmek…”

Diye geçirdi içinden, tavana bakıp, koluyla Gugo’yu biraz daha sararken…
Image

"Sende babanı görüyorum, Hae."
► Show Spoiler
Post Reply

Return to “Dateremi Hastanesi”

cron