Kırılma

#1
Thomas'ın sahte çıkmasından sonra, herkesten özür dileyerek ilerlemeye başladım. Kimseye bir haber vermedim, tek istediğim kafamı dağıtmaktı. Başımda bir sızı hissediyordum, bir baş ağrısı gibi, daha çok keyifsizliğim ve huzursuzluğumdan kaynaklanan bir olaydı. Ellerimi kapüşonlu uzun ceketimin cebine daldırarak yürümeye başladım. Kim olduğumu artık anlayamıyorum. Neden kazanamıyorum? İstediğim şeyler belki de öyle büyük şeyler değiller, ancak bu Dünyalılar karşısında her zaman kaybediyorum. Kendi başıma bir problem açılması sorun değil, ancak yanımdaki insanların başını tehlikeye sokmak en son isteyeceğim şey olabilir. Bundan birkaç sene öncesini anımsıyorum yolumda yürürken. Gülümseyen, her şeyi şakaya vuran, sürekli arkadaşlar edinen ben, artık gülümsemiyordum. Gülümsemek, sanki büyük bir yanlıştı benim için. Bunu yapmak, hayallerime, hedeflerime, Thomas'a ihanet gibi geliyordu. Onun ne yaşadığını bilmiyorken, nasıl gülebilirdim?

Seldshuts Sokağı'na doğru düştü yolum. Thomas'la en son birlikte olduğum yer. Sokağın girişinde aldığım derin nefesle birlikte, kovalamacanın görüntüleri gözümün önünde canlanmaya başladı. Yine de yürümeye devam ettim. Adımlarım belki de normalden daha ağırdı, bilmiyorum. Thomas'ı, Monseiur demesini hatırladıkça adımlarım daha da ağırlaşıyor gibi hissediyordum. Belki de onu bu duruma çekmeseydim şuan birlikte olabilirdik. Belki de hiç tanışmasaydık, o zaman daha iyi olabilirdi. Beni ışınladıkları o yerde felçli bir çocuğa yaptıkları şeyi görmek bile beni korkutmaya yetiyor. Thomas, iyisin değil mi? Gözlerim gökyüzüne doğru kaymaya başlıyor istemsizce, sanki onunla oradan iletişime geçebilecekmişim gibi hissediyorum. Onu canlı bulabilecek miyim?

Aklıma birer birer gelen soruların ardından gördüğüm ilk mekanın kapısını hızlıca açtım ve içeriye doğru daldım. En ücra köşede, gördüğüm ilk boş yere yığıldım. Yorgunluk üzerime çökerken, yanıma yaklaşan adama bana en yüksek alkollü içeceğini getirmesini söyledim. Yüzüne bile bakmadım. Sabırsızlıkla masama konacak bardağı bekliyordum. Bardak masama konduğu anda hepsini bir dikişte bitirdim, bir tane daha getirmesini söyledim. Masama gelen her bardağı bir dikişte içmeye devam ederken, yavaş yavaş kafam dönmeye başladı. Ne ara bu hale düşmüştüm? Ne ara bu kadar çok şey kaybettim? Gedhilfe'ye geldiğimden beri, iyi şeylerin ilerleyeceğini düşünürken, daha da kötü durumlara düşmeye başladım. Amaçlarıma ulaşacağım yolda daha kaç dostuma zarar verecektim?

Aklımda dönen sorulara bir cevap veremiyordum. Tek istediğim, Thomas'ı geri almak ve Dünyalıların zorbalıklarından Ingenium'u kurtarmaktı. Başarabilecek miydim? Bu yolda, bir ekibe katılmış olsam da, Thomas diye direttiğim sürece onları riske atacağımı düşünüyorum. Onlarsız hareket etmek, hatta Jükum ve Frip'e söylemeden hareket etmek mantıklı olabilir miydi? Bu uğurda, Thomas'ı bulma uğrunda can vermek ne kadar mantıklıydı? Hayır hayır, bu sorular anlamsız sorular değil. Bunlar sorulması gereken en mantıklı sorular. Yanımdaki insanlar benim gibi ölüm uğruna bu yola çıkmış olabilirler, ancak küçük bir fark var. Benim ilk amacım Thomas'ı kurtarmak. Onların amacı bu mu? Onları kendi amacım doğrultusunda hareket ettirmek, bu uğurda onları bilmeden ifşa etmek, canlarını büyük bir tehlikeye atmak, bencillik midir?

Bu soruların içerisinden çıkamazken, yanıma yaklaştı tekinsiz bir adam. Bir mal gösterdi, alıp almayacağımı sordu. İyi olduğunu, kaliteli olduğunu söyledi. Ne bu dedim, nasıl içiliyor? Yakıp içime çekiyormuşum, alkol gibi kusma etkileri de yaratmıyormuş. Güzel olduğunu, buraların en kaliteli mallarından birisi olduğunu ve bu yüzden biraz tuzlu olduğunu söyledi. Bir polis olsaydım, bu adamı pataklardım herhalde. Ancak polis değilim. İnce bir kağıda sarılmış malzemeyi satın aldım adamdan ve masamın ucuna koydum. Şimdilik yakıp içmeye niyetim yoktu. Alkolüme biraz daha devam etmeyi, en son bunu içmeyi planlıyordum. Dediği gibi, kafayı çok güzel yapma etkileri varsa ve kaliteliyse, alkolden sonra daha da iyi bir etki yaratacağını düşünüyordum. Bu yüzden onu bekletme kararı almıştım.

Kafam iyiden iyiye gitmeye başlarken duvara yasladım. Gözlerimi kapattığımda daha iyi hissediyordum, ancak arkadaşlarımın ve yaşadıklarımın anıları gözlerimin önünden ayrılmıyordu. Bu yola çıkmaya karar verdiğimde, sadece benim zarar göreceğim konusunda kesindim. Gerekirse insanları birer birer hayatımdan silebilirdim onların zarar görmemesi için. Düşünüyorum da, gerçekten bu yolun sonu ne olacak? Frip’i düşünüyorum mesela, mutlu olabilecek miyiz? Minik Frip Frip’lerimiz ve Mabi Mabi’lerimiz olacak mı? Benim aşk uğruna kaçtığım Djurat’a onlarla birlikte geri dönüp, köyümü ziyaret edecek miyiz? Bunların dışında çok daha önemli bir soru var aslında. Frip, zarar görecek mi? Onun zarar görmesindense bir an önce toprağa girmeyi tercih ederim. Belki de onu bu işe hiç bulaştırmamalıydım. Ona güvenmediğimden değil, kesinlikle güveniyorum ancak içimde kötü bir his var. Onun zarar görmesini istemiyorum. En azından, bu dünyaya getireceği minik Mabi Mabi’lerle iyi bir hayat geçirebilir ve köyüme uğrayabilir. Ona mektup bırakmalıyım bence. Her şeye karşılık, son isteklerimi yazdığım bir mektup iyi olabilir. Zaten hayatımda köyüm haricinde ondan başka kimsem yok. Köyümü de geride bıraktım, aslında bu bir bakıma iyi oldu. Eminim onların yakınım olduğun bilselerdi başlarına çok kötü şeyler gelebilirdi. İyi ki, orayı arkamda bıraktım. Bu onların iyiliği için.

Derin bir of çektim mekanın ortasında. Gözlerimi açtığımda yeni içkim masama gelmişti, onu da hızlıca kafaya diktikten sonra bir tane daha istedim. Artık kalkmamın vakti gelmiş olabilirdi, zaten evin yolunu nasıl bulacağımı bile bilmiyordum. Son içkimi de içip, masaya parayı bıraktıktan sonra ayağa kalkmayı denedim. Dünyam dönüyordu, evin yolunu bulmayı bırak mekanın çıkışını bulabilirsem iyiydi. Önce bir adım attım, yalpalamamak için masaya tutundum. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım bir süre. Gözlerim kapanık, karanlığın içinde beklerken bile başım dönüyordu. Yavaşça araladım gözlerimi, mekanın kapısını gördüğüm yere doğru ilerlemeye başladım. Etrafımda gördüğüm her sandalyeye tutunuyor, bazılarını düşürüyor, bazılarını ise o an anlamayarak ittiriyordum. Kapıya güç bela ulaştığımda, iki adamın kapıdan çekilmediğini görmek anlık bir şekilde sinirimi oynatıyordu.

“Çekil.”

Diye emrettim önümdeki iki adama. Suratıma baktıklarını hatırlıyorum, ancak suratlarını hatırlamıyorum. Dünyam öyle dönüyordu ki, sanki yüzleri blurlanmış gibiydi. Bu daha da sinirlendiriyordu beni. Adamlardan birisi elini omzuma atıp, yüzünü yüzüme yaklaştırdığını çok iyi anımsıyorum. “Çekilmezsem ne olur, sarı pipi?” Dediğinde, sol yumruğumu suratına patlattım. Çıkan kargaşada yanındaki kafamı tüm gücüyle yumruklamaya çalışırken, yumruk attığım elemanı sağ kolumla kilide almış, açıkta kalan yüzünü tüm gücümle yumrukluyordum. Bir süre sonra kafama gelen darbelerin acısı kendisini hissettirmeye başladığında, kilide aldığımı bir döndürüşte fırlattım ve göt cebimde duran muştalarımı taktıktan sonra kafamı yumruklayan adama saldırdım. Onu mekandan tuttuğum gibi kapıdan fırlatmış, sonrasında üstüne çullanmıştım. Muştalarımla, hiç acımadan yumrukluyordum suratını. Sanki, yaşanan tüm olayın acısını bu adamdan çıkarıyordum. Tabi, birisine böyle bir şekilde saldırdığınızda insanlar durmayabiliyor. Üstelik, bu adamlar burada tanındık adamlarmış. Birileri daha kavgaya karışarak beni yumruklamaya başladılar.

Bir süre sonra, sinirden dönen kavgayı unutmuşum. Son hatırladığım sahne, kapıda duran iki adam yerde yatıyordu, canlılar mıydı onu bilmiyorum. Yanında üç kişi onları kontrol ediyordu. Bense, tek başıma onların başında onları izliyordum. Yüzüm, kan içindeydi. Dudağım patlak, gözlerimin altı yarılmış ve zonkluyordu. Yüzümden akan kanı durduramayacağımı anladığım noktada, neler yaşandığını sorgulamadan arkamı dönüp ilerlemeye başlıyordum. Artık hiç bilmediğim bir noktadaydım. Yaşanan olaylardan sonra ellerime baktım. Muştalarım hala elimde takılı, rengi kırmızıya boyanmıştı. Daha kötüsü, belki de masum birkaç kişinin kanları da ellerimin üstündeydi. Kıyafetim parçalanmıştı, iyi boğuşmuş olmalıydık. Yüzümden akan kan durmuyor, sürekli damlıyordu. O sırada, adamın bana verdiği maddeyi çıkardım. Yoldan geçen bir ihtiyardan çakmağını istedim, suratıma değişik değişik baktıktan sonra yakmama yardım etti. Bir duman aldım, içime çektim ve öksürmeye başladım. Yine de, devam ettim. Çektim, yürümeye devam ederken, çekmeye devam ettim.

Başım, iyiden iyiye dönmeye başlarken güneşin yavaş yavaş beni selamladığını görmeye başladım. Belki bir hastahaneye uğramalıydım, belki Frip’in yanına gitmeliydim. Bilmiyorum. Hiç bilmediğim bir sokakta, bilmediğim bir duvara sırtımı dayadıktan sonra yere oturdum. Son bir duman daha çektim elimdeki maddeden ve kenarıya fırlattım. Güneşin doğuşunu izlemeye devam ederken, hiç tanımadığım insanlar yanımdan geçmeye başladı. Hepsinin garip bakışları altında, güneşe doğru bakarken yavaş yavaş gözlerim kapanmaya başladı. En istemediğim şey, gözlerimin kapanması ve karanlığa teslim olmamdı.

Ancak yavaş yavaş, tüm bedenim kendini bıraktı.

Kendimi…

Kaybettim…
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Return to “Seldshuts Sokağı”

cron